AYDIN
Uzun bir yolculuğun ardından hafızama
yeni anılar kazandırmak için başka bir durağa varmıştım. Karanlıktan sadece silueti
belli olan incir ağaçlarını ve kaldırımda incir satan uzun hayat tecrübeli
toprağın insanlarını seyrederek kalacağım yere vardım. Yarından itibaren
meraklı bir misafiri olacağım Aydın’ı tanıma heyecanı içerisinde uykuya daldım.
Yolculuk esnasında Buharkent’te
“Dağlarından yağ, ovalarından bal akan şehir.”
Yazısını görmem ve Evliya Çelebi’ye teşekkürlerimi etmem ile “ Nereden
başlasam?” sorusuna cevap vermiş olmanın verdiği rahatlık sayesinde güneşin
çağrılarını onaylayıp yastık ve yorganla vedalaştım. Güzel bir kahvaltı isteği
ile kendimi Didim’in sokaklarına attım. Buradan keşfetmeye başlayacaktım bu
şehri. Denize yakın temasta bulunan bir yerde kahvaltımı yaparak gezime
başladım.
Kararlılığıma son veren sözün övdüğü incir ve
zeytini yakından tanımak için tavsiyeler üzerine Akköy’e gittim. Aldığım
bilgiler doğrultusunda yerleşiminin 1820 ‘lere dayanan ve Mübadele zamanında
Bulgaristan ve Yugoslavya’dan gelen Türklerin yerleştirildiğini öğrendiğim,
Arnavut kaldırımları, tarihi evleri, eski kilisesi ile 200 0’lerde yapılan bir
uygulama ile sanat ve tarihin bir arada yaşamını sürdürdüğü bu ilgi çekici köy
hakkında daha fazla bilgi edinmek için yerinde, daha kapsamlı bir araştırmaya
ihtiyaç duyduğumu hissederek bu ihtiyacımı giderip şu sonuçlara ulaştım:
Akköy
isminin köydeki evlerin duvarları Kutsal Yol üzerinde bulunan Yeşilkavak
mevkiinden taş ocağından işlenip at arabalarıyla getirilen beyaz taşlardan
yapılmasıyla bu köye yakıştırılması şaşırtıcı olmasa gerek ! Mübadelenin
verdiği bir sonuç olan Osmanlı – Rum mimarisinin içine kazandırılmış olan
sanatı bu köyün sokaklarında görmek mümkün. Egenin yirmiye Yakın Egeli yazar
, şair, ressam ve tiyatrocuların
adlarının sokaklara isim olarak verilmesiyle 10 senedir Akköy, tarihin sanat ile
harmanlandığı harika bir yer .
Kesme taşların zemin olduğu
kaldırımlara yer yer döşenen lezzetlere yönelerek uzun zamandır bu toprakların
ismiyle anılan zeytinin ve incirin dünyasına dalmak amacıyla yüzünde tatlı bir
yorgunluk olan ve toprakla dost olan, yaşını parmakla saymayı bırakmış teyzemin
yanına çöktüm. İsminin Hülya olduğunu öğrendiğim bu toprağın insanına önündeki
tezgahta sergilediği zeytinin , incirin , çileğin , zeytin yağının öyküsü
anlatmasını istedim . Beni kırmayıp senelerce haşır neşir olduğu bu değerlerin
değerli öyküsünü anlatmaya başladı .
Didim Akköy arasında yol kenarlarında da
satılan çileklerin Akköylü çiftçilerin son yıllarda bizim topraklarda olmaz
diyenlere inat yetiştirmelerinin sonucu olduğundan bahsetti . Hülya Teyze
ardından yol kenarlarında birkaç kez karşılaştığım zeytin yağı fabrikalarının
işlevini hatırlatırcasına zeytine ve zeytin yağına yöneldi . Zeytin dikili
alanlarını , hasat vakti gelince çocuğuyla , torunuyla zeytinlerini ağaçtan
alışını , mideye hitap edecek kıvama gelinceye kadar kullandığı tekniği , bir miktarını zeytin yağına dönüştürdüğünü
detaylıca anlattıktan sonra gözlerimin incire kaymasını fark ederek inciri
anlatmaya başladı . Elini aldığı lop inciriyle içi cam gibi kırmızı ve dışı
sapsarı ama adından anlaşıldığı üzere iri bir cins olan incir ile buradaki ismi
ile yemiş dibinden bal akan incirleri ballandıra ballandıra anlatırken sonra
havanın kararması ile tezgahını toplamaya başladı . Hülya Teyzeye veda ettikten
sonra kaldığım yere geri geldim . Eski adı ile Yoran olan bu ilçe hakkında
olacak olan hatıralarıma mavi ve yeşili ile Akbük’ü, ünlü sahili Altınkum’u , tarihi ile Apollonu kazandırdıktan sonra Söke ovasını fotoğraf
karelerine sığdırarak Kuşadası durağıma
vardım . plajlarına ve milli parkına hayranlığımı kabul ederek ertesi gün daha
fazla anı depolama isteğimi düşünerek
uykuya dalma ihtiyacımı ertelemeden gerçekleştirdim .
Ertesi gün şehrin doğal güzelliğini
fazlaca göz önüne serdiği denize , yeşil doğaya misafir olduktan sonra Zeus
Mağarısına uğrayarak rotamı doğuya çevirdim.
Yeni durağım
Germencik ilan ettikten sonra Tekin Köye, Magnesia antik kentine yönümü
çevirdim. Asya’nın en eski yedinci kenti
olduğu söylenen ızgara planlı cadde ve sokaklarına sahip olan bu eski ticaret
merkezini ziyaretimin ardından öğle yemeğini yöre halkının lezzetli ellerinden
çıkan yöresel yemekler ile icra etmem gerektiğini düşünerek yöresel yemekler
yapan bir lokantaya gittim. Keşkekten yuvarlamasına, zeytinyağının
lezzetlendirdiği bir sürü yemeklerle gözlerimi, birkaçıyla da midemi doyurduktan
sonra durağımı biraz daha ilerlettim. İncirliova’daydım. Durak noktalarımı
geniş tutup Aydın’da gezilmemiş yer bırakmak istemiyordum. Asırlık deve
güreşlerinin yapıldığı bir zamana denk gelmiş olmanın verdiği sevinçle şölen
alanına ilerledim, baldırlarında boşluğa süzülen kıyafetleriyle adeta bu ilin
simgesi olmuş efeleri görmüştüm. Harmandalı dedikleri, ezginin ritmik vücut
hareketleriyle görsel bir şölene dönüştüğü bu oyunu izlerken kollarını
havalandırmış ve yüzünde yaptıkları işlerin memnuniyetiyle oluşan gülümsemenin
sahiplerine teşekkür ederek organizasyonun ara vermesine doğru Kültür
Parkına gidip sıcak bir çay ile haritama baktım. Daha gezilecek çok yer vardı.
Çekmiş olduğum fotoğrafları incelemek için masada önüme yer açıp çayımı hafif
ilerlettim. Bir karede Hülya Teyze vardı. Tüm gün yapmış olduğumuz sohbet
aklıma gelince hafif bir tebessüm ettim. Bir diğer karede Söke ovasına girmeden
uğradığım Bafa gölü vardı beyaz bir sayfayı harika bir şekilde anlamlandıran fotoğraflara
ayırdığım süreyi durdurarak tekrardan yola çıktım. Koçarlı’da kısa bir kahve molası vererek
Karpuzlu’da Meriçler Göleti`ni
fotoğraflayarak Çine’de yolculuğuma mola izni verdim. Çam ormanları ile ilçenin
ismiyle anılan çayın verdiği Çine ovası zeytin ve pamuk için vatandır. Son
yıllarda madencilik faaliyetlerinin de olduğu bu ilçe dağlık bir alanda oluşum
göstermiş. Şehrin tarihine inmek isteyince
Alabanda Antik Kentine uğramam konusunda verilen tavsiyelere uyarak
Doğanyurt köyüne gittim. Antik kentin isminin buradan geldiğine dair iki görüş
varmış; Karia dilinde Ala “at” Banda ise “Barış” anlamına gelirmiş. Diğer
görüşe göre kentin adı kar tanrısı Alabandos’tan geliyormuş. Alabanda'ya veda
ettikten sonra ilin merkezi olan Efeler’e gittim. Şehrin özetini yansıtacak olan
Aydın Müzesine adımlarımı çevirdim. Aydın’ı genel olarak tanımanın verdiği
mutlulukla müzeden çıktım ve mideme yeni bir yöresel lezzetle tanıştırdım. Ebegümeci
isimli bu tadın lezzetine vardıktan
sonra Strabon ’dan öğrenilen ve adını
Trakyalı bir savaşçıdan almış olan Tralleis Antik Kenti’ndeydim. Günümüzde
Gymnasium kısmının kemer kalıntıları sebebiyle buraya halk tarafından ‘’Üç
Gözler’’ adı verilmiş. Büyük menderesin kuzeyinde uzanan bu yapıyı da geride
bıraktıktan sonra Evliya Çelebinin
seyahatnamesinde "Göçük" denilen ve ardından Köşk denilmeye başlanan
bu ilçede. Geçerek Sultanhisar da durdum. Nysa Antik kentini de fotoğraf
karelerine ekleyerek her sokağının meydana çıktığı ülkenin ilk yerleşim yeri
olan Atça’ya gelmiştim. Kurtuluş Savaşı’nda yakılan bu köy yeniden mimari
oluşum göstererek planlı ve düzenli bir hale gelmiştir. Bu yönüyle Atça'ya
"Türkiye'nin Parisi’de denmekteymiş. Her yıl düzenlenen çilek festivali de
yöreye gelen ziyaretçilerin davetiyesi durumunda.
Aydın'a gelip de Yenipazar’ın pidesini
yemeden gitmek olmaz diyerek yeni durağım Yenipazar da bir lokanta ilan ettim. Yenipazar
'dan ayrılmadan fotoğraf karelerime Dip Gölünü de eklemek için "Sakin
Şehir" adını alan Yenipazar da konaklama kararı aldım. Dip Gölünün
ardından konaklayacağın yere vararak tatlı yorgunluğumun sona ermesi için
uykunun davetimi kabul etmesinin bekledim. Ertesi gün yeni keşifler için yola
koyuldum. Sokaklarda turuncu renkler görmemle Nazilli'ye gelmiş bulundum.
Tabelaları takip ederek çarşıya doğru ilerledim. Çarşı yolu üzerinde
enstrümanları ile hem müzik çalıp eğlenen hem de para kazanmaya çalışan
gençlerin çarşıya ayrı bir hava kattığını söylemem gerek. Tostçular sokağında
Nazilli'ye has usullere yapılan enfes tostlar kahvaltı yamadığımı bana hatırlatarak
kendine doğru çelmeye başarmış durumda. 25 senelik tostçular sokağında karnımı
doyurduktan sonra şehrin sloganı ve ve şehirle özdeşlenen "uzun yaşamın şehri"
tabelalarını defalarca bakarken bu
şehrin emekli şehir imajını çizdiğini de söylemem gerek . Sokakları gezerken
kendimi bir anda içinde bulduğum ilçe pazarı organik bir meyve ,sebze cennetine
düştüğüm hissini uyandırdı Nazilli'de uzun ve sağlıklı yaşamamız imkansız olsa gerek pazardan çıkıp
soluklanacak bir yer aradım. karşıma
kocaman ağaçların cömertçe gölgelerini insanlara sunduğu geniş ve güzel bir çay
bahçesi çıktı. Bunun gibi bir çok samimi çay bahçelerini olduğunu özellikle
yazın akşamları dolup taştığını öğrendim
sohbet etme fırsatı bulduğum birinden uzun çarşının biraz ilersinde kalan
kestane camisine adımlarımı yönettim. Etrafındaki
kapalı çarşıyı andıran dükkanların olması nedeniyle dışarıdan duvarları
görünmeyen , içeriden gelenleri karşılayan ahşap yapısı ile kestane cami küçük
bir çarşı camisi görünümü ile insanları büyülemeye yetiyor. Sokaklarının büyüsüne alıştıktan sonra Bozdoğan'a gitmek
için yine yollardaydım.
Madran Dağı'nın
eteklerini albümüme yeni görsel anılar kazandırmak için çıkmıştım. Memba suyuna
yuvalık yapan bu dağa veda ederek şehir merkezine ardından da ilçe sınırları
dışarısına çıkarak soluksuz yolculuğuma kaldığı yerden devam ettim . Dandoloz Çayı
boyunca zeytin , narenciye ve daha sonra çam ağaçları arasından Karacasu'ya
ulaşmıştım. 17 tane yaylası olduğunu öğrendiğim Karacasu'dan ayrılmadan önce bu
yaylalardan birine gideceğimi aklıma not ederek
Geyre'ye doğru yol aldım. Yolda gördüğüm toprak testicileri ve pideciler
bana Karacasu hakkında söylenen "hamura ve çamura "şekil veren
memleket sözünün ne kadar yerinde bir söz olduğunu gösterdi diyebilirim . yolun
sonunda adını mitolojide yer alan aşk ve güzellik tanrısı olan Afrodit'ten olan
Helenistik yapısıyla Afrodisias ile karşılaştım. 2017 de UNESCO dünya mirası
listesine alınan bu eski yerleşim yerinin zenginliğini kuzeyinde yer alan
mermer ocaklarından gelmekteymiş. Afrodisias ‘la vedalaştıktan sonra ilçenin
başka bir güzelliğine yöneldim. İlçeye ilk girdiğimde aklıma not ettiğim
yaylalardan birini görmek için daha yükseklere çıktım ve gözlerime tutulan mavi ve yeşil renklerinden
oluşan tabloya baktım . Kahve Deresi yaylasındaydım uzun bir yürüyüşün ardından
bu havası soğuk ama görüntüsü sıcak olan cennete veda ettim. Aydın Dağları’nın eteğinde Menderes Havzası’nda yer alan ve Çul
Tepe’nin eteklerinde ve Dandalos Çayı’nın kıyısında Asartepe'de kurulmuş olan
Antiocheia antik kentine sahip olan Kuyucak’tan geçerek son durağım olan Buharkent'e
varmıştım.
Hakkında olan yazılarda kısaca 3 T'nin kenti
olan Buharkent : tarihinin , tarımın ve termal turizmin canlı olduğu harika bir
kent . Aydın Ovası’nın en dar kesiminde olan Buharkent'te bir kaplıca bölgesini
ziyaret etmek için Tekkeköy’deydim. Yer
altındaki sinirle soluyan havayı dizginlemeye çalışan yer üstündenki havanın
çabalarını izlemeyi bitirmemle Aydın'a veda etme zamanımın geldiğini anladım .
Heredot bu memleket
için "Yer yüzünde bilinenin en güzel gökyüzünün 6 ve en güzel iklimin
bulunduğu yer " demiştir
Gerçek anlamda Aydın , kültürü , tarihi ile unutamayacağım
yeryüzündeki en güzel gök - yer iletişimini sağlaması ile muhteşem bir şehir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder