6 Aralık 2019 Cuma

ERZURUM İL GÜNLÜĞÜMÜZ


             ERZURUM
Sabahın ilk saatleri soğuk  iliklerime kadar işliyor. Hava,  tıpkı seyyah-ı alem Evliya Çelebi’nin bahsettiği gibi. Elimde Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir adlı kitabı ve ben Havuz başından Çifte Minareli Medreseye Erzurum tarihini adım adım gezmeye başlıyorum. Kısa süren bir yolculuk…

İlhanlıların sembolik yapılarından biri olan, işlemeleriyle insanı kendine hayran bırakan, hükümdar Sultan Olcaytu döneminde yaptırılan ve Anadolu’daki en önemli kapalı avlulu medreselerinden biri olan Yakutiye Medresesi’nin önündeyim. Medrese içerisinde odalar ve odaların tarih kokan içleri beni benden alıp geçmişe doğru sürüklüyor. Mekanın bana sunduğu dalgınlığımı medreseyi gezmeye gelen ziyaretçilerin sesleri bozuyor ardından gezime devam ediyorum. Yakutiye Medresesi’nin hemen bitişiğinde yer alan ve Mimar Sinan’ın planı çizdiği Lala Paşa Camisine yürüyorum. Sabah namazını eda eden cemaat birer ikişer mekandan ayrılmaya başlamıştı. Yüzlerinde rablerine olan borçlarını ödemenin mutluluğu görülebiliyordu. Cami, şehrin ilk Osmanlı eseri idi. Merkezi bir yerde olması gün içinde farklı vakitlerde caminin dolup taşmasına neden oluyordu. Lala Mustafa Paşa’nın bir hayratı olarak inşa edilen ve değişik dönemlerde tamir gören cami tarih boyunca nice devlet adamı, şair, ulema ve halkın tercih ettiği bir eser olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Zaman haylice geçmişti; fakat ben bunun farkında mıydım?

Güneş artık iyiden iyiye kendini göstermeye başlamış ve soğuk şehrin güzel insanlarının sesleri her yerden duyulmaya başlamıştı. Hayat işte bu şehirde yeniden başlıyordu. Bir tarafta makine sesleri diğer tarafta insanların koşuşturmaları ve banka oturmuş yeni yolculuğu bekleyen ben…

Lala Paşa Camisinden ayrılırken ayaklarımın beni hangi tarihi mekana götüreceğini tahmin etmem mümkün değildi. Neden mi? Bu şehir adeta bir açık hava müzesi idi ve her tarafın farklı bir tarihe açılıyordu. İşte o yerlerden birinin önünde idim. Usulca kafamı kaldırdım ve duvarda yazılı olan yazıyı okumaya çalıştım. Kapısına asılan panoda buranın Ulu Cami yani Atabey Camisi olduğu yazıyordu. Meraklandım, aslına bakarsanız birazda heyecanlandım. Bu ana kadar neden ben bu yapıyı görmemiş ve hakkında bir bilgi sahibi olmamıştım. Saydım tam 5 kapısı vardı. Ben şimdi bu beş kapıdan hangisini kullanacaktım. Önünde bulunduğum kapıdan içeriye girmeyi düşünürken dikkatimi bir mezar çekti. Bu mezar kimin? Neden hemen caminin yanı başında? Sağıma ve soluma baktım soruma cevap bulamadım. Mezarın etrafına yaklaştığımda duvarda bir yazının asılı olduğunu gördüm. Dikkatlice okudum. Şöyle bir yazı vardı: Pabuşcuzade Hazretleri…

Kimdi bu zat ve neden buraya defin edilmişti. Yanımda bir yaşlı amca beliriyor ve beni aydınlatmaya çalışıyor. Kızım:

-Bu zat Erzurum’un manevi mimarlarından biridir. Günün birinde şehirde kurbağa sesinden yatılmaz imiş. Halk muzdariptir. Haktan yardım ister ve dua ederler.  Dönemin kadısına gider ve durumu ona da izah ederler. Kadı der ki gidin o kurbağaların olduğu suya pabuçlarınızı atın. O an kadının dediklerine anlam veremezler ve kırgın bir şekilde oradan ayrılırlar. Dediğini de yapmayı ihmal etmezler. Günler sonra kurbağa sesinin azaldığının farkına varanlar o an kadının ne demek istediğini anlarlar. O günden sonrada kadı artık Pabuşcu kadı diye anılmaya başlar.

Bu bilgilerden dolayı amcaya teşekkür edip Ulu Camiyi gezmeye başladım. İçeriye girdiğimde iç içe girmiş 7 sahın gördüm. Cami ferah ve aydınlıktı. İlerledim ve mihraba yöneldim. Üç mihrap gördüm. İlki hemen caminin ana girişinin karşısında idi. Diğer ikisi ise sağ ve sol taraflardaydı. Ben gezerken yanı başımda bir görevli cami hakkında bilgi veriyordu. Onu can kulağı ile dinlemeye ve notlar almaya başladım. Caminin Anadolu’da ilk kurulan beyliklerden biri olan Saltuklu Beyliği tarafından yaptırıldığı ve yıllar içerisinde 4-5 kez tamirat gördüğü bilgisinin notlarımın arasına aldım. Caminin mimari Kızıl Mehmet imiş. Neden Kızıl sorusuna verilen cevap ise sakalının kızıl renkte olması imiş. Cami görevlisi bilgileri verirken soru sorulmasına da izin veriyor ve gelen soruları cevaplanmaya çalışıyordu. Tam aradığım fırsat oldu ve ilk soruyu ben sordum.

-Cami de dikkatimi çeken mihrabın olduğu yerde iki fil gözüne benzeyen pencereler var. Bunların özel bir sebebi var mı?

                  Görevli bu soruyu zaten bekliyormuş ve anlatmaya çoktan hevesli imiş. Kızım diye söze başladı:
-O zamanlar bugün ki gibi saatler yok. Namaz vakitleri nasıl bilinecek. İşte bu fil gözü dediğimiz pencereler devreye giriyor ve sorun çözülüyordu. Şimdi diyeceksiniz ki nasıl? Hemen bu sorunuzun cevabını vereyim.

                  -Öğle ve ikindi namaz vakitleri fil gözlerinden cami içine düşen gölgelere bakılarak anlaşılır ve imam efendi ezanı okumaya başlardı…

Görevli anlatmaya devam ettiği sırada ben usulca caminin diğer kısımlarıyla ilgilenmeye başladım. Keşke her tarihi mekanda böyle güzel anlatımlara ve bilgi birikimlerine sahip kişiler olsa…

Mihrabı, minberi, içinde yer alan okulu, depreme dayanıklılığı ve ses düzeniyle ülkemizde ki ender yapılardan biri olan Ulu Camiden çıkıp, Çifte Minareli Medresenin yolunu tuttum. Kar hafif hafif yağmaya başlamış etraf beyana bürünmüştü. Camiden sola döndüğümde tüm ihtişamıyla Çifte Minareli Medrese beni bekliyordu. Anadolu’da iki katlı açık avlulu en büyük medresenin burası olduğunu tarih öğretmenimden dinlemiştim. İtiraf edeyim hiç bu kadar etkileneceğimi bilmiyordum. Atalarımla ne kadar övünsem azdır. Ne güzel işler yapmış ve bize şanlı bir tarih bırakmışsınız.

Çifte Minareli Medrese XIII. Yüzyılda Anadolu Selçuklu Devleti tarafından yaptırılmış. Taş işlemeciliğinin en güzel örneklerinin sergilendiği yapının maalesef mimarini bilemiyoruz. Medrese girişinde çift başlı kartal, hayat ağacı, ebabil kuşu, incir ve nar meyveleri, hilal inde ince işlenmiş ve yapı güzelleştirilmiş idi. Medresenin içinde bir havuzun olduğu ve bu havuzda öğrencilerin astronomi çalışmaları yaptığını uzaktan dinlediğim rehberden öğreniyordum.

Ya sınıf kapılarının yüksekliğinin kısa tutulmasının sebebi neydi? Aslında bu sorunun cevabı kısa ve net idi. İlme duyulan saygıdan kaynaklanıyordu. Her sınıfın kapısının üstünde farklı şekiller ve motifler vardı. Motifler bize her odanın farklı bir bölüme açıldığını işaret ediyordu. Dört eyvanlı yapının içinde gezinirken Padişah Hatun Kümbetini de gezmeden gitmek olmazdı. Dualar ederek, gururla ve geçmişimle yüzleşerek Çifte Minareli Medreseden ayrıldım. Yorulmuştum ve bir gün tüm bu güzellikleri sığdırdığım için kendime de kızıyordum. Ben bu yerlere bir daha gelmeliyim…

Son durağım Romalarının inşa ettiği kale idi. Şanslıydım oraya da yürüyerek gidebilecektim. Çantam elimde yolculuğuma devam ediyordum. Kale çevresinde hummalı bir çalışma ve işçilerin koşuşturmaları dikkatimden kaçmıyordu. Kalenin içinde mescit ve Saat Kulesi yer alıyordu. Anadolu’da inşa edilmiş ilk mescit olan Kale Mescidi ve Tepsi Minare Saltuklu dönemine ait yapılar imiş. Kaleden ayrıldım ve bu muazzam gezimi bitirdim.Ben Havuz başından Erzurum Kalesine bin adımda vardım. O bin adımın her birinde Erzurum’u değil bin yıllık tarihimi adımladım. O bin adımı yürümeyi göze almak da size kalsın ben buraya kadar Erzurum’u değil tarihimizi tanıttım…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder