ERZURUM
Sabahın ilk saatleri soğuk
iliklerime kadar işliyor. Hava,
tıpkı seyyah-ı alem Evliya Çelebi’nin bahsettiği gibi. Elimde Ahmet
Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir adlı kitabı ve ben Havuz başından Çifte Minareli
Medreseye Erzurum tarihini adım adım gezmeye başlıyorum. Kısa süren bir
yolculuk…
İlhanlıların sembolik yapılarından biri olan, işlemeleriyle insanı kendine
hayran bırakan, hükümdar Sultan Olcaytu döneminde yaptırılan ve Anadolu’daki en
önemli kapalı avlulu medreselerinden biri olan Yakutiye Medresesi’nin önündeyim.
Medrese içerisinde odalar ve odaların tarih kokan içleri beni benden alıp
geçmişe doğru sürüklüyor. Mekanın bana sunduğu dalgınlığımı medreseyi gezmeye
gelen ziyaretçilerin sesleri bozuyor ardından gezime devam ediyorum. Yakutiye
Medresesi’nin hemen bitişiğinde yer alan ve Mimar Sinan’ın planı çizdiği Lala
Paşa Camisine yürüyorum. Sabah namazını eda eden cemaat birer ikişer mekandan
ayrılmaya başlamıştı. Yüzlerinde rablerine olan borçlarını ödemenin mutluluğu
görülebiliyordu. Cami, şehrin ilk Osmanlı eseri idi. Merkezi bir yerde olması
gün içinde farklı vakitlerde caminin dolup taşmasına neden oluyordu. Lala
Mustafa Paşa’nın bir hayratı olarak inşa edilen ve değişik dönemlerde tamir
gören cami tarih boyunca nice devlet adamı, şair, ulema ve halkın tercih ettiği
bir eser olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Zaman haylice geçmişti; fakat
ben bunun farkında mıydım?
Güneş artık iyiden iyiye kendini göstermeye başlamış ve soğuk şehrin
güzel insanlarının sesleri her yerden duyulmaya başlamıştı. Hayat işte bu
şehirde yeniden başlıyordu. Bir tarafta makine sesleri diğer tarafta insanların
koşuşturmaları ve banka oturmuş yeni yolculuğu bekleyen ben…
Lala Paşa Camisinden ayrılırken ayaklarımın beni hangi tarihi mekana
götüreceğini tahmin etmem mümkün değildi. Neden mi? Bu şehir adeta bir açık
hava müzesi idi ve her tarafın farklı bir tarihe açılıyordu. İşte o yerlerden
birinin önünde idim. Usulca kafamı kaldırdım ve duvarda yazılı olan yazıyı
okumaya çalıştım. Kapısına asılan panoda buranın Ulu Cami yani Atabey Camisi
olduğu yazıyordu. Meraklandım, aslına bakarsanız birazda heyecanlandım. Bu ana
kadar neden ben bu yapıyı görmemiş ve hakkında bir bilgi sahibi olmamıştım.
Saydım tam 5 kapısı vardı. Ben şimdi bu beş kapıdan hangisini kullanacaktım.
Önünde bulunduğum kapıdan içeriye girmeyi düşünürken dikkatimi bir mezar çekti.
Bu mezar kimin? Neden hemen caminin yanı başında? Sağıma ve soluma baktım
soruma cevap bulamadım. Mezarın etrafına yaklaştığımda duvarda bir yazının
asılı olduğunu gördüm. Dikkatlice okudum. Şöyle bir yazı vardı: Pabuşcuzade
Hazretleri…
Kimdi bu zat ve neden buraya defin edilmişti. Yanımda bir yaşlı amca
beliriyor ve beni aydınlatmaya çalışıyor. Kızım:
-Bu zat Erzurum’un manevi mimarlarından biridir. Günün birinde şehirde
kurbağa sesinden yatılmaz imiş. Halk muzdariptir. Haktan yardım ister ve dua
ederler. Dönemin kadısına gider ve
durumu ona da izah ederler. Kadı der ki gidin o kurbağaların olduğu suya
pabuçlarınızı atın. O an kadının dediklerine anlam veremezler ve kırgın bir
şekilde oradan ayrılırlar. Dediğini de yapmayı ihmal etmezler. Günler sonra
kurbağa sesinin azaldığının farkına varanlar o an kadının ne demek istediğini
anlarlar. O günden sonrada kadı artık Pabuşcu kadı diye anılmaya başlar.
Bu bilgilerden dolayı amcaya teşekkür edip Ulu Camiyi gezmeye başladım.
İçeriye girdiğimde iç içe girmiş 7 sahın gördüm. Cami ferah ve aydınlıktı.
İlerledim ve mihraba yöneldim. Üç mihrap gördüm. İlki hemen caminin ana
girişinin karşısında idi. Diğer ikisi ise sağ ve sol taraflardaydı. Ben
gezerken yanı başımda bir görevli cami hakkında bilgi veriyordu. Onu can kulağı
ile dinlemeye ve notlar almaya başladım. Caminin Anadolu’da ilk kurulan
beyliklerden biri olan Saltuklu Beyliği tarafından yaptırıldığı ve yıllar
içerisinde 4-5 kez tamirat gördüğü bilgisinin notlarımın arasına aldım. Caminin
mimari Kızıl Mehmet imiş. Neden Kızıl sorusuna verilen cevap ise sakalının
kızıl renkte olması imiş. Cami görevlisi bilgileri verirken soru sorulmasına da
izin veriyor ve gelen soruları cevaplanmaya çalışıyordu. Tam aradığım fırsat
oldu ve ilk soruyu ben sordum.
-Cami de dikkatimi çeken mihrabın olduğu yerde iki fil gözüne benzeyen
pencereler var. Bunların özel bir sebebi var mı?
Görevli bu soruyu zaten
bekliyormuş ve anlatmaya çoktan hevesli imiş. Kızım diye söze başladı:
-O zamanlar bugün ki gibi saatler yok. Namaz vakitleri nasıl bilinecek.
İşte bu fil gözü dediğimiz pencereler devreye giriyor ve sorun çözülüyordu.
Şimdi diyeceksiniz ki nasıl? Hemen bu sorunuzun cevabını vereyim.
-Öğle ve ikindi namaz
vakitleri fil gözlerinden cami içine düşen gölgelere bakılarak anlaşılır ve
imam efendi ezanı okumaya başlardı…
Görevli anlatmaya devam ettiği sırada ben usulca caminin diğer
kısımlarıyla ilgilenmeye başladım. Keşke her tarihi mekanda böyle güzel
anlatımlara ve bilgi birikimlerine sahip kişiler olsa…
Mihrabı, minberi, içinde yer alan okulu, depreme dayanıklılığı ve ses
düzeniyle ülkemizde ki ender yapılardan biri olan Ulu Camiden çıkıp, Çifte
Minareli Medresenin yolunu tuttum. Kar hafif hafif yağmaya başlamış etraf
beyana bürünmüştü. Camiden sola döndüğümde tüm ihtişamıyla Çifte Minareli
Medrese beni bekliyordu. Anadolu’da iki katlı açık avlulu en büyük medresenin
burası olduğunu tarih öğretmenimden dinlemiştim. İtiraf edeyim hiç bu kadar
etkileneceğimi bilmiyordum. Atalarımla ne kadar övünsem azdır. Ne güzel işler
yapmış ve bize şanlı bir tarih bırakmışsınız.
Çifte Minareli Medrese XIII. Yüzyılda Anadolu Selçuklu Devleti tarafından
yaptırılmış. Taş işlemeciliğinin en güzel örneklerinin sergilendiği yapının
maalesef mimarini bilemiyoruz. Medrese girişinde çift başlı kartal, hayat
ağacı, ebabil kuşu, incir ve nar meyveleri, hilal inde ince işlenmiş ve yapı
güzelleştirilmiş idi. Medresenin içinde bir havuzun olduğu ve bu havuzda
öğrencilerin astronomi çalışmaları yaptığını uzaktan dinlediğim rehberden
öğreniyordum.
Ya sınıf kapılarının yüksekliğinin kısa tutulmasının sebebi neydi? Aslında
bu sorunun cevabı kısa ve net idi. İlme duyulan saygıdan kaynaklanıyordu. Her
sınıfın kapısının üstünde farklı şekiller ve motifler vardı. Motifler bize her
odanın farklı bir bölüme açıldığını işaret ediyordu. Dört eyvanlı yapının
içinde gezinirken Padişah Hatun Kümbetini de gezmeden gitmek olmazdı. Dualar
ederek, gururla ve geçmişimle yüzleşerek Çifte Minareli Medreseden ayrıldım. Yorulmuştum
ve bir gün tüm bu güzellikleri sığdırdığım için kendime de kızıyordum. Ben bu
yerlere bir daha gelmeliyim…
Son durağım Romalarının inşa ettiği kale idi. Şanslıydım oraya da
yürüyerek gidebilecektim. Çantam elimde yolculuğuma devam ediyordum. Kale
çevresinde hummalı bir çalışma ve işçilerin koşuşturmaları dikkatimden
kaçmıyordu. Kalenin içinde mescit ve Saat Kulesi yer alıyordu. Anadolu’da inşa
edilmiş ilk mescit olan Kale Mescidi ve Tepsi Minare Saltuklu dönemine ait
yapılar imiş. Kaleden ayrıldım ve bu muazzam gezimi bitirdim.Ben Havuz başından
Erzurum Kalesine bin adımda vardım. O bin adımın her birinde Erzurum’u değil
bin yıllık tarihimi adımladım. O bin adımı yürümeyi göze almak da size kalsın
ben buraya kadar Erzurum’u değil tarihimizi tanıttım…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder